Tabuttaki Ses…
İster istemez kulak verdim!.. Ya da kulağımı sese doğru dikelttim. Bu insanlar bir cenaze merasiminde neler konuşuyorlardı? Emrimde bulunan on garsonumu görevlendirdim. Dedim ki; “Alın şu tepsileri. Su, ayran, limonata dağıtın. İçsin millet. Selamımı söyleyin. İkramımdır. Ancak, sizden bir iş çıkarmanızı istiyorum? Bu insanlar: takkeli, sakallı, sakalsız, cüppeli, örtülü, örtüsüz ne konuşuyorlar? Sohbet konuları nelerdir? İyi dinleyin. Ekleme yapmadan getirin.” Gittiler. Kitapçı Abdurrahman’a “Demle çayı, şimdi içelim” dedim. Merakla bekliyorum. Tepsilerde boşalan bardakların iç’lerine hangi fikirler girecek? Dolu mu gelecekler, boş mu? Kitapçı Abdurrahman tip bir adam. Ağır bir hastalık geçirmiş. 40 yıl Fatih Camiinin yanında kitap, seccade satarak evini geçindirir. Kulağı deliktir. Her bilgi O’na düşer. Ben O’nun ile maskesiz konuşurum. Beni rahatlatır. Perde çekmeden konuşmanın getirdiği bir rahatlıktır. Özel çayımızı yudumluyoruz. Protokol dağılıyor. O eski zamanların cenaze namazları ve muhabbetleri kanat çırparak, başka ilkelere uçup gitmiş. Devletin, Hükümetin, Belediye’nin yükünü alanlar, kardeşlik türkülerini çığırmıyorlar.
Ekibim geldi. Tek tek rapor veriyorlar. Yüz ifadeleri berbat. Ringde yumruk yiyen boksörlere dönmüşler. Anlatın bakalım, neler gördünüz, duydunuz?
Çıt yok. Mecal kalmamış. Hayâl kırıklığına uğramışlar. Nefes zor alıyorlar. “Sadece tabutun içindeki ölünün konuşmaları dikkatimizi çekti. Saflarda saf olması gerekenler, süflilik içinde darmadağınık. Politika, ticaret, atama, seçim.. Ya Şehidler?. Duyamadık.”
Tabutta ki ölü’nün ne anlattığı, kimin umurunda. Omuzlara alınan tabuttan yüksekçe bir ses avluda yankılandı. Avluda?!.. Yüreklerde yankılanan bir çıt bile değil. “Ben dünyayı size bırakarak gidiyorum. Siz de bırakacaksınız!..”
İlk gelenlerdendi. En son çıkan O oldu. Ölü adam, yakasına yapışmış; “Kalma bu dünyada” der gibiydi.